Hava çok güzeldi. Sanki bahardan kalma bir kış günüydü. Yemyeşil Harran ovasının ortasında ilerliyorduk. Toprağın bereketi üstündekilerde tezahür ediyordu. “Bu bereketli topraklarda kim aç, kim açık kalabilir” diye düşünüyordum.
Şanlıurfa’nın merkezinden uzaklaştıkça evler küçülüyor ve biçimsizleşiyordu. Bulutlu köyüne geldiğimizde kime yardım yapacağız diye endişelenmeyi bırakmıştım. Köyün çocukları yazdan kalma kıyafetleriyle ve çıplak ayaklarıyla toprak yolda zar zor ilerleyen arabamızın yanı sıra koşuyordu. Arabadan bir an önce inip çocuklara sarılmak ve yanımızda getirdiğimiz kıyafetlerle sarıp sarmalamak istiyordum. Haber verdiğimiz, bizi bekleyen yetmiş bir çocuk vardı ve daha fazla bekletmek istemiyordum.
Sırasıyla aileleri kerpiç evlerinde ziyaret etmeye başladık. Çocuklara oyuncak veriyor ve kıyafetlerini giydiriyordum. Ayrıca ilerleyen zamanlarda erzak yardımı göndereceğimiz evlere karar veriyordum. Bir sorun vardı: hangi çocuğa kıyafetini giydirmeye çalışsam hep bol geliyordu. Her gittiğim evde aynı sorunla karşılaşınca sebebini merak ettim.
Huriye ablanın evindeydik. On üç yaşındaki kızına büyük beden mont giydirmeye çalışıyordum. Çocuğun üzerine olmayacağı belliydi. Çocuğun üzüldüğünü de görünce “Size çocukların bedenini sormuştuk, sanırım yanlış söylediniz” dedim. Huriye abla mahçup bir halde “çocuklara daha önce hiç yeni kıyafet almadık ki, hangi beden giyiyorlar bilmiyorum” diye cevap verdi. Söyleyecek bir söz bulamayınca burada nasıl geçindiklerini sordum. Ailecek toprakları sulayarak ve gündelik işlerde çalışarak ancak geçinebiliyorlarmış.
O gün Şanlıurfa’nın bereketli topraklarındaki son günümdü. Köydeki bütün çocuklara oyuncak hediye ettim ve hep birlikte az da olsa oyun oynama şansı buldum. Bütün bir gün orada çocuklarla kalmayı ve buradaki yoksulluğun bitmesini dilerdim.
Rüveyda Yılmaz